Başlık | İsim | Tarih | |
---|---|---|---|
Atatürk’ün doğduğu dünya | Ardan ZENTÜRK | 05:43 Cumartesi, 20.Aralık.2008 | |
Liseyi bitirdiğim yıl, cumhuriyetin 50’nci yılını idrak ediyorduk... Liseyi bitirdiğim yıl, cumhuriyetin 50’nci yılını idrak ediyorduk... Rahmetli müzik hocamız Sumru Oktay’ ın ‘50’nci Yıl Marşı’nı bizlere söyletmek için bir yıl boyunca döktüğü teri unutamam... Bütün marşlar gibi zordu söylemesi... Belki de, topluca söylenecek müzik türünün en güzel örneklerinden biri olan 10’uncu Yıl Marşı’nın yerini bu nedenle alamadı, hatta unutuldu gitti... Neresinden bakarsanız bakın, 85 yıl, toplum yaşamı açısından öyle uzun bir zaman değil... Tarihin derinliklerine indiğinizde ‘yeniden kuruluş yıllarımız’ henüz dün gibi... Allah uzun ömürler versin, ölenlere buradan rahmet dileyelim, bizim kuşağın ana-babaları bu cumhuriyetin de ‘birinci kuşağı’ olarak tanımlanıyor ... ‘Yeniden kuruluş’ dedik, çünkü bu topraklarda bir önceki ‘kuruluşumuz’ var... Bilecik’in mütevazi ilçesi Söğüt’ten başlayan, İstanbul’a, oradan da imparatorluğa uzanan bir kuruluş... Yıkılıştan kuruluşa Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının Cumhuriyet’e uzanan rotalarının ana gerçeği, önce ‘yıkılışı’ yaşamaları... İmza attıkları mucize ise, yedi düvelin ‘bir daha kurulamazlar’ dediği anda başlayan yürüyüştür... Nazım Hikmet, bu yürüyüşün başlangıç anını ne güzel anlatır: ‘Paşalar onun arkasındaydılar. O, saati sordu Paşalar: ‘Üç’, dediler. Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar, ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.’(Kuvayı Milliye Destanı) Kocatepe’deki o ‘sarışın kurd’u bize hediye eden koşullar önemlidir. Mustafa Kemal, genel-geçer yargıların aksine, ‘Avrupalı bir imparatorluk’tan, bugün Avrupa Birliği üyeliği yolunda emin adımlarla yürüme becerisi gösteren yine ‘Avrupalı bir cumhuriyet’ yaratmayı başarmış bir deha örneğidir. Türkler’i, tıpkı günümüzün Ruslar’ı gibi, Avrupa siyasetinden uzak tutmaya çalışan ‘orientalist düşünürler’in ileri sürdüklerinin tam tersine, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalı’ydı... Zaten Mustafa Kemal de bir ‘Avrupa kenti’ olan Selanik’te doğdu, orduya Manastır Askeri İdadisi’nde adım attı... Sanırım onunla ilgili yapılan bütün çalışmalarda, ‘öykü’ye ‘dayısının çiftliğindeki karga kovalama’dan başlamak, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının gözlerini açtıkları dünyayı baştan ıskalamak anlamına geliyor... Bu sıradan yaklaşım, O’nun yaşamımıza getirdiği ‘modernleşme’ kavramını tam olarak algılayabilmemizi ve bu kavram etrafında günümüzde dahi yaşanılan kutuplaşmaları tam olarak kavramamızı da engelliyor... Reformcu Sultan’ın yarattığı dünya Mustafa Kemal, Osmanlı tahtında 1861-76 yılları arasında oturmuş ve tarihimizin ilk modernleşme hareketini başlatıp, bunun da bedelini ödemiş reformcu padişah Sultan Abdülaziz’in ‘oluşturduğu’ bir dünyaya merhaba dedi... Bırakın Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’ı ziyaret eden ilk Padişah olmasını, 1867 yılında Paris’te açılan bir sanat sergisine 3’üncü Napolyon’un daveti üzerine katılması, İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan ziyaretlerini gerçekleştirerek Batı’ya giden ilk sultan ünvanını kazanması önemlidir. Genelde bir ‘kara imparatorluğu’ olarak kabul edilen Osmanlı’yı tarihin en büyük askeri yatırımlarından biri ile döneminin en güçlü donanmalarından birine sahip, bayrağını Akdeniz’den Basra Körfezi, Hint Okyanusu’na kadar geniş coğrafyalarda dalgalandıran bir devlet haline getirmesi... Üniversite kuran, lise ve sanayi okulları açan, posta pulu basan, kıyılara deniz fenerleri inşa eden, İstanbul Üniversitesi’ni çağdaş bir eğitim kurumu haline getiren, orduyu bir ‘sanayi toplumu ordusu’ kalitesine yükselten, daha ne anlatayım, Osmanlı’yı, 19’uncu yüzyıl treninin son vagonuna da olsa yerleştiren bir yönetici... Bir askeri darbe ile tahttan indirilip, pehlivanlara boğdurulması ama ölümüne ‘intihar’ süsü verilmesi sanki, yakın tarihimizin kısa bir özeti gibidir... Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bize kazandıran ‘fiziki koşulları’ yaratan bu ‘Türk tarihinin ilk reformcu devlet adamını’ öldürten Mithat Paşa’ nın, daha sonra ‘cumhuriyet kadroları’ tarafından adının bugünkü İnönü Stadı’na verilecek kadar benimsenmesi de ayrı bir tarihi çelişkidir... Ne garip bir tesadüftür ki, ‘modernleşme-özgürleşme kavgası’ ile ‘askeri darbe’ kavramlarını bir araya getiren geleneği başlatan Mithat Paşa’nın adını o stada veren Demokrat Parti, tarih sahnesinden benzer şekilde süpürülecekti... Geçelim... Türkiye Cumhuriyeti bir ‘kadro hareketi’nin ‘millete rağmen’ oluşturduğu ‘siyasi fantezi’ değildir. ‘Tarihin doğal akışı’ sonucunda ulaşılan bir ‘başarı öyküsüdür...’ Resmi yaşı 85 olabilir... Ama biliniz ki, ‘tarihsel derinliği’ çok daha köklüdür... Belki de bu nedenle, üzerinde oynanan bu kadar oyuna, karşılaştığı bu kadar saldırıya, kışkırtmaya, krize direnen güçlü bir ‘olgunluk’ gösteriyor... 30 Ekim 2008 Perşembe, 02:18 |
cn62 co2 88.228.208.45 http://www.sumruoktay.com/mp/ Mozilla/4.0 (compatible; MSIE 6.0; Windows 98; Q312461)